Perşembe, Mart 24, 2022

DÖRTLÜK

 Bir o dala bir bu dala

Oturmuşsun çürük dala

Yürek mi yedin budala

Uzaktan geliyor salan 

Taşlama

 

        


 

Peynirden de gemi yapmışsın

Kaptanını fareden mi seçmişsin

Takım altı  sandalet  mi giymişsin

Olmayan akılla ne  kar etmişsin

 

Yalan dolan kandırmışsın milleti

Ne yamandır şakşakçılık illeti

Gafil bilmez ne ağırdır külfeti

Sabah akşam sırtta taşır mihneti.

 

Recep derki oturduğun  dala bak

Düşecek üstüne ceviz dediğin kabak

Gafillerin anca ahlakı kurak

Kuracak sonunda kendine tuzak.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsanlar

 


 

Biri bir başkasının hayatında tufeyli

Öteki kendininkinde   misafir

Bazısı kuş  misali  yaşar  hayatı

Bir kısmı da sade konak

Kendi hariç herkes onda misafir.

Salı, Mart 22, 2022

Bekleyiş

 



 

Bulutlara gizlenmiş  matem,

Hissediliyor,  boşaltacak üstümüze

 İçinde var olan meskûn yükünü

Bilmem neden, pervaya düşer yürek?

Ademden miras çekinik bir gen midir ,

Bu muzır ölümü bekleyiş 

Halbuki ölüm tek yoldur

 Dünyadan ahire göçün 

Yine de dehşete  düşer  kalp

Fısıldayınca  adını melek 

Bir Garip Hikâye

                   


   

 

           1982 ağustos ayının ortalarıydı, hafif bir yağmur yağıyordu. İbrahim kulübenin önündeki sundurma altında oturmuş tamir için getirilmiş ayakkabıları tamir ediyor bir yandan da uzakta yağmur altında koşuşturan çocukları izliyordu. Çocuklar hallerinden ne kadar da memnundular. Hiç böyle neşeli bir çocukluk hatırlamıyordu. “Keşke ben de onlar gibi şen olabilseydim,” diye o an aklından geçirdi. Ama çocukluğuna dair hatırladıkları bir vehim kazada annesini ve birkaç ay sonra babasını kaybetmesiydi. Bir de Kazadan kalan sırtındaki küçük kamburuydu.

 Ayakkabılarla işi bittiğinde dışarda yağmur şiddetini iyice arttırmıştı ve çocuklar evlerine dağılmıştı. Kümülüs bulutlarının iyiden iyiye karanlığa bürüdüğü    gökyüzünü şimşekler parçalarken, gök gürlemeleri kulübesini baştan aşağı sarsıyordu.  İbrahim böyle havaları hiç sevmezdi hatta nefret ederdi çünkü böyle havalarda yalnızlık hissi evin her yerini kuşatırdı, o da hastalıklı bir ruh haline bürünürdü ya hemen yatağa girer yorganın altına saklanırdı, ya da kendini ormanda bir ağacın altında cenin pozisyonunda yatarken bulurdu.

Ertesi gün, perde aralığından yüzüne vuran güneşin ilk ışıklarıyla uyandı. Kulübenin kapısı açık olduğunu fark etti ve her yerde çamurlu ayak izleri ve yorganı çamura bulanmıştı. Ancak hatırladıkları gök gürlemeleri ve korkuyla yorganın altına girdiğiydi.  Önce gökyüzüne baktı, derin bir nefes aldı. Hava güzel ve güneşliydi ve ortamda ıslak, taze toprak kokusu hakimdi. Fırtınanın izleri her tarafta kendini gösteriyordu.  Bin türlü çabayla bakıp yetiştirdiği ayçiçeklerini ve domates fidelerini fırtına yere yatırmış hatta bahçede yer yer gölcükler oluşturmuştu.  Can sıkıntısıyla eline beli aldı ve fazla suyu bahçeden atmak için bahçe kenarlarına giderler açtı. Özenle sağlam kalmış ayçiçeklerini ve domatesleri ince çıtaları kullanarak doğrulttu, zarar görmüş olanları bahçenin kenarına topladı. Bir ara balığa gitme fikri aklına geldiyse de bu fikir üstünde fazla durmadı. Evi güzelce temizledi ve Sundurmanın altındaki hamağa uyuşuk bir şekilde uzandı. Tuhaf bir rüya gördü rüyasında yağmurlu bir günde ormanda balık tutuyordu ve o esnada ayak sesleri ve ezilen kuru yaprakların hışırtılarını duyuyordu ve sonrasında taş gibi ağır bir şey yuvarlanarak göle düşüyordu. 

Öğle ezanıyla yerinden irkilip kalktı. Bedenin titrediğini hissetti. Bir önceki gün tamir ettiği ayakkabıları teslim etmek için yola koyuldu. Yolda çoğu telefon direklerinin devrilmiş ve kırılan ağaç dallarının elektrik tellerini koparmış olduğunu gördü. Yol ayrımına geldiğinde   siren seslerini duydu. Seslerin geldiği yöne herkes gibi o da meraklı gözlerle baktı. Bir cankurtaran aracı ve birkaç polis aracı ormana doğru gidiyordu. Belde merkezine vardığında beldenin tek bakkaliyesinin çatısının uçmuş ve etrafa oldukça zarar verdiğini gördü. Az ötedeki oyun parkı da akşamki fırtınadan nasibini almış ve kullanılamayacak hale gelmişti. Bugün gördükleri nerdeyse her fırtınadan sonra şahit olduğu şeylerdi o yüzden pek de umursamadı ve yoluna devam etti.  İbrahim iki yanında meşe ağaçlarının uzandığı oldukça geniş bir yola girdi. Bu ağaçlıklı yolu severdi, belki de bu beldede sevdiği tek yer burasıydı. Her seferinde çocukluk anıları uyanırdı; “dokuz yaşında babasının elini tutarak burada yürüdüğünü” hayal ederdi. Bugün de bu hayali yaşarken yolun sonundaki tuğladan örülmüş sıvasız iki katlı eve varmıştı. Bu evin bitişiğinde tahtadan yapılmış derme çatma bir ağıl vardı.   Zili uzun uzun iki kez çaldı. Kimse cevap vermedi. “Mehmet Usta” diye seslendi. İbrahim Mehmet Usta’yla uzun zamandır tanışırdı. Mehmet Usta inşaat ustasıydı ve İbrahimde onun yanında bir süre işçilik yapmıştı.  Yemeğini yemişti. Kendi halinde iyi bir insandı. Kaçırarak evlendiği hanımı birkaç yıl önce ölmüştü, şimdi tek çocuğuyla bu evde yaşıyordu. İbrahim, “Ayakkabıları getirdim!” diye seslendi. Bu esnada   on yaşlarında bir çocuk dışarı fırladı, hızla ayakkabıları onun elinden kaptı. İbrahim, “Fedai, babana selam söyle,” demeye kalmadan çocuk içeri kaçıp gözden kayboldu. Dönüşte yol üstündeki belde kıraathanesine uğradı. Herkes içeride pür dikkat ajans[1] dinliyordu.

 “Kapçık Hasan bana bir çay, “dedi İbrahim yüksek sesle.

Radyodan ajans dinleyen üç beş yaşlı adam kendileriyle radyo arasına giren İbrahim’e öfkeli bir bakış attılar. O da mahcup şekilde   masadaki eski gazetenin resimlerine bakışlarını düşürdü. Bir yandan da diğerleri gibi radyodaki haberlere kulak kesildi. Radyoda birkaç hafta önce yakalanan devrimci bir örgüt mensubu ile sağcı bir örgüt mensubu için mahkemenin idam kararı verdiği duyuruluyordu. Bu idamlar sıradan haberlere dönmüştü artık kimse yadırgamıyordu. Zaten kimse herhangi bir tepki emaresi göstermedi. Yurttan Sesler Korusu programının başlamasıyla herkes hiçbir şey olmamış gibi sıradan sohbetlerine döndüler. Az sonra kahveci Kapçık Hasan çayı masaya bırakıp, altına sandalye çekti ve kendisine daha bir şey sorulmadan ormandaki gölde bir erkek ceset bulunduğunu garip bir iştahla İbrahim’e anlatmaya başladı. Ancak İbrahim Hasan’dan pek de hazzetmiyordu. Lakabı gibi boş boğazın tekiydi.

“Hasan, çay parası burda.” Böylece Kapçık Hasan’ı başından savmaya çalıştı.

            Hasan, İbrahim’den umduğu alakayı bulamayınca, masadan kalkıp işine döndü. Anlamlandıramadığı şekilde morali iyiden iyiye bozulan İbrahim de aklında bu havadisle evin yoluna koyuldu.

Akşama doğru bir jandarma aracı İbrahim’in kulübesinin önünde durdu, araçtan tombul ve orta boylu bir astsubay ve yirmi yaşlarında bir er indi. Yakın komşular ve pek çoğu çocuklardan oluşan meraklı insan yığını kulübenin yakınında toplanmaya başlamışlardı bile. İbrahim’i evde bulamayınca muhtara İbrahim karakola uğrasın bilgisi bıraktılar.

                                       ***

 

 

 

İbrahim Karakola adım atar atmaz oradaki bunaltıcı havayı hissetti. Ağır sigara kokusu yine ağır bir oda parfümüyle bastırılmaya çalışılmıştı. İbrahim’i karakolun bodrum katındaki hava almayan dar ve basık tabanlı bir odaya aldılar. Durmadan sorular sorulan İbrahim’in yüzünde korku ve şaşkınlık vardı.

Komutan, en son ne zaman ormana gittin?”

İbrahim, “tam hatırlamıyorum ama birkaç hafta oldu.

“Ne amaçla gittin?

“Komutanım, balık tutmayı severim, bunu herkes bilir, bu yüzden işim olmadığı vakitlerde göle balık tutmaya giderim.”

“Olay mahallinde sana ait çizme yağmurluk ve olta malzemeleri bulunmuş, buna ne diyorsun?

“Komutanım, ben balıkçılık malzemelerimi her zaman göl yakınına bırakırım taşıması zahmetli. Bunu tüm beldeli bilir.”

“Dün ne yapıyordun?”

“İnsanlar ufak tamirat işlerini bana verir ben de uygun bir ücret karşılığı yaparım.  Bir haftadır da elimde ayakkabı tamiratı işi vardı” avuçlarındaki kesikleri ve iğne izlerini gösterdi.

“Deriyi elle dikmek kolay değildir komutanım, diye ekledi.

 Bu esnada içeri elli yaşlarında, hafif göbekli biraz da yapılı bir başka rütbeli girdi. İçerde hemen bir kıpırdanma ve telaş oluştu. İçeri giren komutan sert bakışlarıyla İbrahim’i süzdü.

“Şüpheli bu muymuş?” diye sordu.

Askerlerden biri: “Evet, komutanım!” Şeklinde karşılık verdi.

 

 

            İbrahim bu bakışlardan şiddetli bir tedirginlik hissetti.  Bir jandarma eri karakol komutanına eşlik etti.  Az sonra aynı er odaya döndü ve İbrahim’e onu bir müddet nezarethanede tutacaklarını söyledi. İbrahim, “Bir iki saat sonra salarsınız, değil mi?” diye sordu. Kimse karşılık vermedi. Nezarethane de karakolun diğer kısımları gibi tavanı basık ve ağır kötü bir koku duvarlarına sinmiş odadan ibaretti. İbrahim, şaşkın ve karmaşık duygular içindeydi. Bir köşede öylece oturdu. “Dört yan duvar, ne yapayım,” diye düşünürken uyuya kaldı. Yine ormandaydı bu sefer yanında biri de vardı ama yabancı biriydi ve hiç susmayan köpek havlamaları ve gök gürlemeleri duyuyordu. Sonra birden yabancı adamın üstüne saldırdığını gördü ve iki birden suya yuvarlandılar.

 

“Aç mısın? yemek yer misin? diye sordu er. Bu ses İbrahimi kendine getirmişti. Başını evet anlamında salladı.

Küçük yerin dedikodusu büyük olur. Beldede İbrahim’in adam öldürdüğü söylentileri dolanıyordu. Kimisi buna ihtimal vermese de beldenin çoğu hüküm vermişti bile.   Kambur İbrahim olmuştu katil İbrahim. Zaman hızla akıyor içeride neden tutulduğunu dahi anlamlandıramayan İbrahim yirmi gündür nezarethanedeydi ve bunalımın sınırına gelmişti. Olağan üstü hal olduğundan. Süreç uzadıkça uzuyordu ve ara ara çevrede yakalanan at, eşek hırsızları ve kaçakçılar onun yanında misafir oluyordu. O misafirlerden biri de Kapçık Hasan’dı.  Tartıştığı karısı Kapçık Hasan’dan hıncını almak için komşunun ineğini saklayıp, sonra kocasının komşunun ineğini çaldı diye şikâyet ettirmişti. İbrahim, belki ilk defa bu adamı gördüğüne çok sevinmişti.  Ama ondan duydukları İbrahim’in iyiden iyiye üzmüştü.  Ertesi gün Kapçık Hasan’ın komşusu gelip ineğinin bulunduğunu söylemiş ve şikayetini geri çekmişti; böylece Hasan’ı da serbest bırakmışlardı. Nezarette yine tek kalan “Neden bunlar benim başıma geliyor,” deyip duruyor, olanlara akıl sır erdiremiyordu. Daha önce hayatı ve insanları hiç bu kadar düşünmemişti. Suçu olmadığı halde insanlar tarafından suçlanmak ve dost sandığı pek çok insan tarafından yalnız başına kaderine terk edilmek çok gücüne gidiyordu.  Ama Allahtan adının Musa olduğunu öğrendiği jandarma eri vardı onunla üç beş kelime konuşan ve bir de beldede daha önceleri arada işlerine yardım ettiği rahmetli babasının arkadaşı Ahmet Bey vardı. Ahmet Bey beldenin ileri gelenlerinden sayılırdı, vaktinde devletin farklı mevkilerinde çalıştığı söyleniyordu. 

                             ***

Eski hâkimin tayinin çıkması ve ardından yerine yeni atanan hâkimin Ahmet Bey’in ısrarlarıyla İbrahim’in dava dosyasını tekrar incelemesinin ardından İbrahim salınmıştı. İbrahim dışarıdaki havayı teneffüs edince özgürlüğün ne olduğunu tekrar hissetmişti.

 

    İbrahim kulübesinin önünde durdu. İlk gözüne çarpan zavallı bahçesiydi. Bahçedeki sebzeler yaramaz komşu çocuklarının talanına uğramış, geriye kuru bir ot yığını kalmıştı. Küçük kulübesine adım atar atmaz, günlerce kapalı kalan kulübenin basık, kötü havası ciğerlerine hücum ederken nezarethanenin o basık ve kötü kokusunu hisseder gibi oldu ve evden kendini hızla dışarı attı. Bir vakit sonra çalı kuşlarının gürültüsü içinde ormanda yürümeye başladı.  İnsanın adına leke düşmeye görsün. Kimse iyi halini hatırlamaz olur. Onun durumu da böyleydi: Eskiden ufak tefek işlerini ona yaptıran, her gördüklerinde güler yüzle selamlayan, şakalaşan belde halkı artık sıcak değildi; ona bir yabancı hatta, düşman gibi davranıyordu. O da ayağını beldeden iyice kesmişti. Sadece erzak almak için beldeye uğrar olmuştu.

Eylül ayının sonu havalar iyiden iyiye soğumaya başlamış ve sonbahar kendini iyice hissettirmişti. Neredeyse her gün yağmur yağar olmuştu. Arcaklılar da yaklaşan Kurban Bayramı için hazırlıklara başlamışlardı. Dağlarda otlatılan koyunlar, davarlar yavaş yavaş beldeye getiriliyordu, oradan da satılmak için büyük şehirlere gönderileceklerdi. Bunu fırsat bilen İbrahim de Ahmet Bey vasıtasıyla borçlarını istetmişti. Kimi ayak diremiş, kimi yok ayaklarına yatmıştı. Ama yapacak bir şey yoktu. Erzak almaya gittiği vakitlerden birinde ağaçlıklı yola kadar yürüdü. Bu yol onun hatıralarını canlandırmıştı yine ve fark etmeden yolun sonuna varmıştı. Karşısında tuğlalı, sıvasız ev duruyordu, Evin önünde üstü kir pas içinde, zayıflamış bir deri bir kemik kalmış bir çocuk öylece oturuyordu.  Gözlerine inanamadı, hemen çocuğun yanına vardı. “Fedai, bu ne hal, her yanın çamur içinde,” dedi ancak Fedai sadece onun yüzüne donuk ve hissiz gözlerle baktı. Dayanamadı, gözlerinden yaş boşaldı, yüreği hiç böyle sızlamamıştı, ağırlaşmamıştı.  İçeri girdi, evin hali de oldukça kötüydü; odalarda küf kokusu vardı. Halılar bir kenara toplanmış, toz ve kir yığınları iyice kümelenmişti. Kim bilir kaç gündür evde temizlik yapılmamıştı.  Dışarı çıktığında Ahmet Bey’in eşi Ayşe Hanım’ı gördü.  Ayşe Hanım oldukça mütevazi ve kibar biriydi. Bu beldede ondan fazla okumuş kadın yoktu; o da maalesef lise terkti.  İbrahim’i hep oğlu gibi severdi. Mehmet Ustanın bir aydan fazladır görünmediğinden söz açtı. Onun için karakola kayıp ilanı vermiştiler ama hiçbir sonuç çıkmamıştı. İbrahim, bir an öyle durdu; beyni, vücudu bir an çalışmayı bırakmıştı. 

Kadın, onu irkmek zorunda kaldı. İbrahim çocuğa uzun uzun baktı.  “Mutlaka bir şeyler biliyor olmalı” diye düşündü.

“Ayşe Hanım, çocuğa sordunuz mu, belki bir şeyler biliyordur?”

“Sormaya çalıştık ama sadece susuyor ve gözünü bizden kaçırıyor, ne denediysek olmadı, konuşmadı.”

İbrahim, düşünceliydi. Bir müddet öylece sustu sonra Fedai’ye bakıp bir şeyler söyledi ama nafile hiçbir tepki yoktu.

“Acaba…” dedi. Ama cümlesini yarım bıraktı.

Ertesi gün İbrahim erkenden Mehmet Ustanın evine gitti. Fedai köşede pencerenin yanında öylece oturuyor yabancı gözlerle sadece ona bakıyordu ancak tesadüf bu ya, sosyal hizmetlerden bir memur bugün Mehmet Ustanın evine gelecekti tabi karakol komutanı da ona eşlik edecekti.  Çok geçmeden üstü brandalı iki jandarma aracı Mehmet Usta’nın evinin önünde durdu.  Araçların birinden önce Ahmet Bey indi, sonra resmi kıyafetleri içinde Karakol komutanı, diğer araçtan siyah takım elbiseli genç bir adam çıktı. Karakol komutanı ve İbrahim göz göze geldi, bir an komutanın bakışları altında ezildiğini hissetti. 

“İbrahim sen biraz benle gel istersen,” diyerek Ahmet Bey onu olası bir başka beladan kurtardı. 

 “Benim sizinle konuşmak istediğim bir mevzu var, Mehmet Usta’yla alakalı hatta belki bu benim başımı ağrıtan olayla alakalı,” İbrahim, Ahmet Bey’e dedi.  Ahmet Bey’e Mehmet Usta’nın ona vaktinde anlattıklarının hepsini birer birer anlattı.  İbrahim, “Mehmet Usta karısıyla kaçarak evlenmişti ve karısının ailesi bu evliliği hiçbir zaman onaylamamış, onları vurmaya ant içmiş kızın ailesi. Belki de onlar Mehmet Usta’nın başına bir şeyler getirmiştir,” dedi. “Aman! Dur oğlum, ortalığı daha fazla bulandırma, ben bunu ve gerekenleri karakol komutanına anlatırım,” deyip onun yanından ayrıldı Ahmet Bey. Ahmet bey ve karakol komutanıyla uzun bir konuşmanın ardından elindeki dosyayı inceleyen memur çocuğun uygun bir yurda yerleştirilmesi sağlanması gerektiğini belirtti   ve ona göre çocuğun ruhsal durumu ve yaşı göz önüne alınırsa bu işlemlerin hemen yapılması uygun olandı.

                        ***

 

İbrahim, Kapçık Hasan’ın kahvehanesinde oturmuş mevsimin en güzel son gününü   yaşıyordu.  Güneşin tatlı sıcaklığını yüzünde hissediyordu. Radyo ilk defa idam haberi vermiyordu. Çayından bir yudum daha içti, tatlı bir hazla kapattı gözlerini. Biri adını bağırıyordu,” İbrahim, İbrahim.”  O an irkildi. “Gün zaten olması gerekenden daha güzeldi,” diye içinden geçirdi.  Arkaya baktı. Az ileride kendisine seslenen kişiyi tanıdı, bu Musa’ydı. Musa heyecanla onun yanına geldi.  İbrahim, Şaşırmıştı.

“Hatta sivil kıyafetler içerisinde seni neredeyse tanıyamayacaktım, Musa kardeş,” dedi. Yüzünde az önce beliren şaşkınlık kaybolmuştu. Kucaklaştılar, ne de olsa Musa ona yarenlik etmişti bir süre.

“İbrahim Abi, Ali Komutanımın selamı var,” dedi Musa ve ekledi: “Karakol komutanı da selam söyledi ve mutlaka bugün yanıma gelsin,” dedi.

Sohbet biraz memleket havaları üzerineydi biraz da gelecek planları, konuşacak başka konuda yok gibiydi dahası İbrahim kişiliği gereği fazla konuşkan biri değildi.  Bir müddet sonra vedalaşıp Musa’yla ayrıldılar. Kendi başına kalan İbrahim tuhaf şekilde duygulanmış, üzülmüştü.

                              ***         

İbrahim yine karakolun önündeydi, üzerinde yine ağır bir gerilim hissetti. Bu esnada genç bir asker dışarı çıktı.

 Bir an kendine gelen İbrahim, “Bu askerin çehresi ne kadar Musa’yı andırıyor,” diye düşündü.

 Asker, “Buyurun, bir şikâyetiniz mi var?” diye sordu.

 İbrahim, “karakol komutanı beni çağırmış,” diye karşılık verdi ürkek bir sesle.

Er önde o arkada içeri girdiler. İçerde ağır sigara ve parfüm kokusu olduğu gibi duruyordu. Karakol komutanının odasının kapısına vardılar.

Komutan yerinden doğrulup,

  “Gelin, İbrahim kardeş! Korkmayın!” dedi İbrahim’deki tedirginliği hissedip gülümseyerek.

         İbrahim önce biraz tereddüt etti ama sonra içeri girdi. Komutan yerinden doğrulup elini uzattı, bir aydan fazla misafir ettiği bu genç adama bir kez daha baktı.

 Kusura bakma adalet bazen hemen gelmez. Sen yine şanslısın. Ben ömrü hayatımda kaç masumun yıllarca hapis yattığına, hatta idam edildiğine şahit oldum.” 

  “Şükür artık geceleri daha rahat uyuyabilirim,” dedi İbrahim buruk bir gülümsemeyle. 

Bunu da yaşamak varmış demek hayatta, daha da kötü olabilirdi” diye içinden geçirdi.  Sonra “Komutanım, bu konuyla alakalı değil ama bizim Mehmet Ustanın durumu ne oldu? Bir bilgi var mı?” diye sordu.

        “Asıl mesele de bu, seni bu yüzden çağırdım. Maalesef ormanda bulunan ceset ona ait yalnız katilini bulamadık ve maalesef faili meçhul olarak dosyaya geçti.” dedi.

“Yazık bu dünya iyi insanlara göre değil, komutanım,” dedi “Ya çocuğa ne olacak?” diye de sordu İbrahim kederli bir şekilde. 

Komutan, “O zaten devlet korumasında.” 

Üstüne inanılmaz bir ağırlık çöktüğünü hisseden İbrahim karakol komutanından müsaade istedi ve karakoldan çıkıp ormana doğru yürümeye başladı. Niye bu kadar üzüldüğünü, kalbinin sıkıştığını bir türlü anlamlandıramadı. Sonra “çocuğun yaşadıklarıyla kendi çocukluğu aklına geldi. Derin bir nefes almaya çalıştı. Çalılıkların arasından geçti, fark etmeden ormanın derinliklerine vardı. Göl birkaç metre ötedeydi. Böğürtlen ve dikenlerin arasından gölün kenarına indi. Baş dönmesi, boğulma hissi hala devam ediyordu. Göle baktı ve suda kendi yansıması yerine bir an Mehmet Ustanın yüzünü gördü.



[1] Eskiden radyoda haber bülteni

RÜZGAR

  

              

Birazdan öylesine bir rüzgâr esecek;

Savuracak sizi yaprak yaprak.

Kiminiz güneyin sıcak sahillerine,

Kiminiz kuzeyin soğuk tepelerine düşecek

Hayatlar kuracaksınız: küçücük

Yaşamaya çalışacaksınız

Keyfe keder karışık

Sabun köpüğü hayatlarınızı

Birazdan öylesine bir rüzgâr esecek,

Silecek kısa ömürlü belleklerinizi,

Unutacaksınız maziyi,

Aklınıza bile gelmeyecek

Eskinin günahları.

Birazdan öylesine bir rüzgâr esecek,

Serpecek üstünüze

Akla ziyan sorunları,

Şaşıracaksınız,

Debeleneceksiniz

Çözmeğe çalışırken onları.

Fırsatınız da olmayacak düşünmeğe yarınları.

Birazdan öylesine bir rüzgâr esecek 

Kıracak Haşim’in merdivenini.

Düşeceksiniz tepe taklak

Beklerken yaşlanmayı,

Planlamış işleri tamamlamayı

Veyahut bir gece yarısı uykunuzda

Keskin bir çığlık sesiyle.

KİTAP ALINTILARI

Mutluluk bir gün geriden gelir Ögrenci Kız Osama Dazai