Bir o dala bir bu dala
Oturmuşsun
çürük dala
Yürek mi yedin budala
Edebiyat Sayfama HOŞGELDİNİZ Şiirlerimi, hikayelerimi ve kitap yorumlarımı paylaştığım kişisel sayfamdır.
Peynirden de gemi yapmışsın
Kaptanını fareden mi seçmişsin
Takım altı sandalet mi giymişsin
Olmayan akılla ne kar etmişsin
Yalan dolan kandırmışsın milleti
Ne yamandır şakşakçılık illeti
Gafil bilmez ne ağırdır külfeti
Sabah akşam sırtta taşır mihneti.
Recep derki oturduğun dala bak
Düşecek üstüne ceviz dediğin kabak
Gafillerin anca ahlakı kurak
Kuracak sonunda kendine tuzak.
Biri bir başkasının hayatında tufeyli
Öteki kendininkinde
misafir
Bazısı kuş
misali yaşar hayatı
Bir kısmı da sade konak
Kendi hariç herkes onda misafir.
Bulutlara gizlenmiş matem,
Hissediliyor,
boşaltacak üstümüze
İçinde var olan meskûn yükünü
Bilmem neden, pervaya düşer yürek?
Ademden miras çekinik bir gen midir ,
Bu muzır ölümü bekleyiş
Halbuki ölüm tek yoldur
Dünyadan ahire göçün
Yine de dehşete düşer kalp
Fısıldayınca adını melek
1982 ağustos ayının ortalarıydı,
hafif bir yağmur yağıyordu. İbrahim kulübenin önündeki sundurma altında oturmuş
tamir için getirilmiş ayakkabıları tamir ediyor bir yandan da uzakta yağmur
altında koşuşturan çocukları izliyordu. Çocuklar hallerinden ne kadar da
memnundular. Hiç böyle neşeli bir çocukluk hatırlamıyordu. “Keşke ben de
onlar gibi şen olabilseydim,” diye o an aklından geçirdi. Ama çocukluğuna
dair hatırladıkları bir vehim kazada annesini ve birkaç ay sonra babasını
kaybetmesiydi. Bir de Kazadan kalan sırtındaki küçük kamburuydu.
Ayakkabılarla işi bittiğinde dışarda yağmur
şiddetini iyice arttırmıştı ve çocuklar evlerine dağılmıştı. Kümülüs
bulutlarının iyiden iyiye karanlığa bürüdüğü
gökyüzünü şimşekler parçalarken, gök gürlemeleri kulübesini baştan aşağı
sarsıyordu. İbrahim böyle havaları hiç
sevmezdi hatta nefret ederdi çünkü böyle havalarda yalnızlık hissi evin her
yerini kuşatırdı, o da hastalıklı bir ruh haline bürünürdü ya hemen yatağa
girer yorganın altına saklanırdı, ya da kendini ormanda bir ağacın altında
cenin pozisyonunda yatarken bulurdu.
Ertesi gün, perde aralığından
yüzüne vuran güneşin ilk ışıklarıyla uyandı. Kulübenin kapısı açık olduğunu fark etti ve her yerde
çamurlu ayak izleri ve yorganı çamura bulanmıştı. Ancak hatırladıkları gök gürlemeleri
ve korkuyla yorganın altına girdiğiydi.
Önce gökyüzüne baktı, derin bir nefes aldı. Hava güzel ve güneşliydi ve
ortamda ıslak, taze toprak kokusu hakimdi. Fırtınanın izleri her tarafta
kendini gösteriyordu. Bin türlü çabayla
bakıp yetiştirdiği ayçiçeklerini ve domates fidelerini fırtına yere yatırmış
hatta bahçede yer yer gölcükler oluşturmuştu.
Can sıkıntısıyla eline beli aldı ve fazla suyu bahçeden atmak için bahçe
kenarlarına giderler açtı. Özenle sağlam kalmış ayçiçeklerini ve domatesleri
ince çıtaları kullanarak doğrulttu, zarar görmüş olanları bahçenin kenarına
topladı. Bir ara balığa gitme fikri aklına geldiyse de bu fikir üstünde fazla
durmadı. Evi güzelce temizledi ve Sundurmanın altındaki hamağa uyuşuk bir
şekilde uzandı. Tuhaf bir rüya gördü rüyasında yağmurlu bir günde ormanda balık tutuyordu ve o
esnada ayak sesleri ve ezilen kuru yaprakların hışırtılarını duyuyordu ve sonrasında
taş gibi ağır bir şey yuvarlanarak göle
düşüyordu.
Öğle ezanıyla yerinden irkilip
kalktı. Bedenin titrediğini hissetti. Bir önceki gün tamir ettiği ayakkabıları
teslim etmek için yola koyuldu. Yolda çoğu telefon direklerinin devrilmiş ve
kırılan ağaç dallarının elektrik tellerini koparmış olduğunu gördü. Yol
ayrımına geldiğinde siren seslerini
duydu. Seslerin geldiği yöne herkes gibi o da meraklı gözlerle baktı. Bir cankurtaran
aracı ve birkaç polis aracı ormana doğru gidiyordu. Belde merkezine vardığında
beldenin tek bakkaliyesinin çatısının uçmuş ve etrafa oldukça zarar verdiğini
gördü. Az ötedeki oyun parkı da akşamki fırtınadan nasibini almış ve
kullanılamayacak hale gelmişti. Bugün gördükleri nerdeyse her fırtınadan sonra
şahit olduğu şeylerdi o yüzden pek de umursamadı ve yoluna devam etti. İbrahim iki yanında meşe ağaçlarının uzandığı
oldukça geniş bir yola girdi. Bu ağaçlıklı yolu severdi, belki de bu beldede
sevdiği tek yer burasıydı. Her seferinde çocukluk anıları uyanırdı; “dokuz
yaşında babasının elini tutarak burada yürüdüğünü” hayal ederdi. Bugün de
bu hayali yaşarken yolun sonundaki tuğladan örülmüş sıvasız iki katlı eve
varmıştı. Bu evin bitişiğinde tahtadan yapılmış derme çatma bir ağıl
vardı. Zili uzun uzun iki kez çaldı.
Kimse cevap vermedi. “Mehmet Usta” diye seslendi. İbrahim Mehmet Usta’yla
uzun zamandır tanışırdı. Mehmet Usta inşaat ustasıydı ve İbrahim’de onun yanında bir süre işçilik yapmıştı. Yemeğini yemişti. Kendi halinde iyi bir
insandı. Kaçırarak evlendiği hanımı birkaç yıl önce ölmüştü, şimdi tek çocuğuyla bu evde yaşıyordu.
İbrahim, “Ayakkabıları getirdim!” diye seslendi. Bu esnada on yaşlarında bir çocuk dışarı fırladı,
hızla ayakkabıları onun elinden kaptı. İbrahim, “Fedai, babana selam söyle,”
demeye kalmadan çocuk içeri kaçıp gözden kayboldu. Dönüşte yol üstündeki belde
kıraathanesine uğradı. Herkes içeride pür dikkat ajans[1]
dinliyordu.
“Kapçık Hasan bana bir çay, “dedi İbrahim yüksek sesle.
Radyodan ajans dinleyen üç beş
yaşlı adam kendileriyle radyo arasına giren İbrahim’e öfkeli bir bakış attılar.
O da mahcup şekilde masadaki eski
gazetenin resimlerine bakışlarını düşürdü. Bir yandan da diğerleri gibi
radyodaki haberlere kulak kesildi. Radyoda birkaç hafta önce yakalanan devrimci
bir örgüt mensubu ile sağcı bir örgüt mensubu için mahkemenin idam kararı
verdiği duyuruluyordu. Bu idamlar sıradan haberlere dönmüştü artık kimse
yadırgamıyordu. Zaten kimse herhangi bir tepki emaresi göstermedi. Yurttan
Sesler Korusu programının başlamasıyla herkes hiçbir şey olmamış gibi sıradan
sohbetlerine döndüler. Az sonra kahveci Kapçık Hasan çayı masaya bırakıp,
altına sandalye çekti ve kendisine daha bir şey sorulmadan ormandaki gölde bir
erkek ceset bulunduğunu garip bir iştahla İbrahim’e anlatmaya başladı. Ancak
İbrahim Hasan’dan pek de hazzetmiyordu. Lakabı gibi boş boğazın tekiydi.
“Hasan,
çay parası burda.”
Böylece Kapçık Hasan’ı başından savmaya çalıştı.
Hasan,
İbrahim’den umduğu alakayı bulamayınca, masadan kalkıp işine döndü. Anlamlandıramadığı şekilde
morali iyiden iyiye bozulan İbrahim de aklında bu havadisle evin yoluna koyuldu.
Akşama doğru bir jandarma aracı
İbrahim’in kulübesinin önünde durdu, araçtan tombul ve orta boylu bir astsubay
ve yirmi yaşlarında bir er indi. Yakın komşular ve pek çoğu çocuklardan oluşan
meraklı insan yığını kulübenin yakınında toplanmaya başlamışlardı bile.
İbrahim’i evde bulamayınca muhtara İbrahim karakola uğrasın bilgisi bıraktılar.
***
İbrahim Karakola adım atar atmaz
oradaki bunaltıcı havayı hissetti. Ağır sigara kokusu yine ağır bir oda
parfümüyle bastırılmaya çalışılmıştı. İbrahim’i karakolun bodrum katındaki hava
almayan dar ve basık tabanlı bir odaya aldılar. Durmadan sorular sorulan
İbrahim’in yüzünde korku ve şaşkınlık vardı.
Komutan,
en son ne zaman ormana gittin?”
İbrahim,
“tam hatırlamıyorum ama birkaç hafta oldu.
“Ne
amaçla gittin?
“Komutanım,
balık tutmayı severim, bunu herkes bilir, bu yüzden işim olmadığı vakitlerde
göle balık tutmaya giderim.”
“Olay
mahallinde sana ait çizme yağmurluk ve olta malzemeleri bulunmuş, buna ne
diyorsun?
“Komutanım,
ben balıkçılık
malzemelerimi her zaman göl yakınına bırakırım taşıması zahmetli. Bunu tüm
beldeli bilir.”
“Dün
ne yapıyordun?”
“İnsanlar
ufak tamirat işlerini bana verir ben de uygun bir ücret karşılığı yaparım. Bir haftadır da elimde ayakkabı tamiratı işi
vardı”
avuçlarındaki kesikleri ve iğne izlerini gösterdi.
“Deriyi
elle dikmek kolay değildir komutanım,” diye ekledi.
Bu esnada içeri elli yaşlarında, hafif göbekli
biraz da yapılı bir başka rütbeli girdi. İçerde hemen bir kıpırdanma ve telaş
oluştu. İçeri giren komutan sert bakışlarıyla İbrahim’i süzdü.
“Şüpheli bu muymuş?” diye sordu.
Askerlerden
biri: “Evet, komutanım!” Şeklinde karşılık verdi.
İbrahim
bu bakışlardan şiddetli bir tedirginlik hissetti. Bir jandarma eri karakol komutanına eşlik
etti. Az sonra aynı er odaya döndü ve
İbrahim’e onu bir müddet nezarethanede tutacaklarını söyledi. İbrahim, “Bir
iki saat sonra salarsınız, değil mi?” diye sordu. Kimse karşılık vermedi.
Nezarethane de karakolun diğer kısımları gibi tavanı basık ve ağır kötü bir
koku duvarlarına sinmiş odadan ibaretti. İbrahim, şaşkın ve karmaşık duygular
içindeydi. Bir köşede öylece oturdu. “Dört yan duvar, ne yapayım,” diye
düşünürken uyuya kaldı. Yine ormandaydı bu sefer yanında biri de vardı ama
yabancı biriydi ve hiç susmayan köpek havlamaları ve gök gürlemeleri duyuyordu. Sonra birden
yabancı adamın üstüne saldırdığını gördü ve iki birden suya yuvarlandılar.
“Aç
mısın? yemek yer misin?”
diye sordu er. Bu ses İbrahim’i
kendine getirmişti. Başını evet anlamında salladı.
Küçük yerin dedikodusu büyük olur.
Beldede İbrahim’in adam öldürdüğü söylentileri dolanıyordu. Kimisi buna ihtimal
vermese de beldenin çoğu hüküm vermişti bile.
Kambur İbrahim olmuştu katil İbrahim. Zaman hızla akıyor içeride neden
tutulduğunu dahi anlamlandıramayan İbrahim yirmi gündür nezarethanedeydi ve
bunalımın sınırına gelmişti. Olağan üstü hal olduğundan. Süreç uzadıkça uzuyordu ve ara ara çevrede
yakalanan at, eşek hırsızları ve kaçakçılar onun yanında misafir oluyordu. O
misafirlerden biri de Kapçık Hasan’dı.
Tartıştığı karısı Kapçık Hasan’dan hıncını almak için komşunun ineğini saklayıp,
sonra kocasının komşunun ineğini çaldı diye şikâyet ettirmişti. İbrahim, belki
ilk defa bu adamı gördüğüne çok sevinmişti.
Ama ondan duydukları İbrahim’in iyiden iyiye üzmüştü.
Ertesi gün Kapçık Hasan’ın komşusu gelip ineğinin bulunduğunu söylemiş
ve şikayetini geri çekmişti; böylece Hasan’ı da serbest bırakmışlardı. Nezarette
yine tek kalan “Neden bunlar benim başıma geliyor,” deyip duruyor, olanlara
akıl sır erdiremiyordu. Daha önce hayatı ve insanları hiç bu kadar
düşünmemişti. Suçu olmadığı halde insanlar tarafından suçlanmak ve dost sandığı
pek çok insan tarafından yalnız başına kaderine terk edilmek çok gücüne
gidiyordu. Ama Allahtan adının Musa
olduğunu öğrendiği jandarma eri vardı onunla üç beş kelime konuşan ve bir de
beldede daha önceleri arada işlerine yardım ettiği rahmetli babasının arkadaşı Ahmet
Bey vardı. Ahmet Bey beldenin ileri gelenlerinden sayılırdı, vaktinde devletin
farklı mevkilerinde çalıştığı
söyleniyordu.
***
Eski
hâkimin tayinin çıkması ve ardından yerine yeni atanan hâkimin Ahmet Bey’in
ısrarlarıyla İbrahim’in dava dosyasını tekrar incelemesinin ardından İbrahim
salınmıştı. İbrahim dışarıdaki havayı teneffüs edince özgürlüğün ne olduğunu
tekrar hissetmişti.
İbrahim kulübesinin önünde durdu. İlk
gözüne çarpan zavallı bahçesiydi. Bahçedeki sebzeler yaramaz komşu çocuklarının
talanına uğramış, geriye kuru bir ot yığını kalmıştı. Küçük kulübesine adım
atar atmaz, günlerce kapalı kalan kulübenin basık, kötü havası ciğerlerine
hücum ederken nezarethanenin o basık ve kötü kokusunu hisseder gibi oldu ve
evden kendini hızla dışarı attı. Bir vakit sonra çalı kuşlarının gürültüsü
içinde ormanda yürümeye başladı. İnsanın
adına leke düşmeye görsün. Kimse iyi halini hatırlamaz olur. Onun durumu da
böyleydi: Eskiden ufak tefek işlerini ona yaptıran, her gördüklerinde güler
yüzle selamlayan, şakalaşan belde halkı artık sıcak değildi; ona bir yabancı
hatta, düşman gibi davranıyordu. O da ayağını beldeden iyice kesmişti. Sadece
erzak almak için beldeye uğrar olmuştu.
Eylül ayının sonu havalar iyiden
iyiye soğumaya başlamış ve sonbahar kendini iyice hissettirmişti. Neredeyse her
gün yağmur yağar olmuştu. Arcaklılar da yaklaşan Kurban Bayramı için
hazırlıklara başlamışlardı. Dağlarda otlatılan koyunlar, davarlar yavaş yavaş
beldeye getiriliyordu, oradan da satılmak için büyük şehirlere gönderileceklerdi.
Bunu fırsat bilen İbrahim de Ahmet Bey vasıtasıyla borçlarını istetmişti. Kimi
ayak diremiş, kimi yok ayaklarına yatmıştı. Ama yapacak bir şey yoktu. Erzak
almaya gittiği vakitlerden birinde ağaçlıklı yola kadar yürüdü. Bu yol onun
hatıralarını canlandırmıştı yine ve fark etmeden yolun sonuna varmıştı.
Karşısında tuğlalı, sıvasız ev duruyordu, Evin önünde üstü kir pas içinde,
zayıflamış bir deri bir kemik kalmış bir çocuk öylece oturuyordu. Gözlerine inanamadı, hemen çocuğun yanına
vardı. “Fedai, bu ne hal, her yanın çamur içinde,” dedi ancak Fedai
sadece onun yüzüne donuk ve hissiz gözlerle baktı. Dayanamadı, gözlerinden yaş
boşaldı, yüreği hiç böyle sızlamamıştı, ağırlaşmamıştı. İçeri girdi, evin hali de oldukça kötüydü; odalarda
küf kokusu vardı. Halılar bir kenara toplanmış, toz ve kir yığınları iyice
kümelenmişti. Kim bilir kaç gündür evde temizlik yapılmamıştı. Dışarı çıktığında Ahmet Bey’in eşi Ayşe
Hanım’ı gördü. Ayşe Hanım oldukça
mütevazi ve kibar biriydi. Bu beldede ondan fazla okumuş kadın yoktu; o da
maalesef lise terkti. İbrahim’i hep oğlu
gibi severdi. Mehmet Ustanın bir aydan fazladır görünmediğinden söz açtı. Onun
için karakola kayıp ilanı vermiştiler ama hiçbir sonuç çıkmamıştı. İbrahim, bir
an öyle durdu; beyni, vücudu bir an çalışmayı bırakmıştı.
Kadın,
onu irkmek zorunda kaldı. İbrahim çocuğa uzun uzun baktı. “Mutlaka bir şeyler biliyor olmalı” diye
düşündü.
“Ayşe
Hanım, çocuğa sordunuz mu, belki bir şeyler biliyordur?”
“Sormaya
çalıştık ama sadece susuyor ve gözünü bizden kaçırıyor, ne denediysek olmadı,
konuşmadı.”
İbrahim,
düşünceliydi. Bir müddet öylece sustu sonra Fedai’ye bakıp bir şeyler söyledi
ama nafile hiçbir tepki yoktu.
“Acaba…” dedi. Ama cümlesini yarım bıraktı.
Ertesi gün İbrahim erkenden Mehmet
Ustanın evine gitti. Fedai köşede pencerenin yanında öylece oturuyor yabancı
gözlerle sadece ona bakıyordu ancak tesadüf bu ya, sosyal hizmetlerden bir
memur bugün Mehmet Ustanın evine gelecekti tabi karakol komutanı da ona eşlik
edecekti. Çok geçmeden üstü brandalı iki
jandarma aracı Mehmet Usta’nın evinin önünde durdu. Araçların birinden önce Ahmet Bey indi, sonra
resmi kıyafetleri içinde Karakol komutanı, diğer araçtan siyah takım elbiseli
genç bir adam çıktı. Karakol komutanı ve İbrahim göz göze geldi, bir an komutanın
bakışları altında ezildiğini hissetti.
“İbrahim
sen biraz benle gel istersen,”
diyerek Ahmet Bey onu olası bir başka beladan kurtardı.
“Benim sizinle konuşmak istediğim bir mevzu
var, Mehmet Usta’yla alakalı hatta belki bu benim başımı ağrıtan olayla
alakalı,” İbrahim, Ahmet Bey’e dedi.
Ahmet Bey’e Mehmet Usta’nın ona vaktinde anlattıklarının hepsini birer
birer anlattı. İbrahim, “Mehmet Usta
karısıyla kaçarak evlenmişti ve karısının ailesi bu evliliği hiçbir zaman
onaylamamış, onları vurmaya ant içmiş kızın ailesi. Belki de onlar Mehmet
Usta’nın başına bir şeyler getirmiştir,” dedi. “Aman! Dur oğlum,
ortalığı daha fazla bulandırma, ben bunu ve gerekenleri karakol komutanına
anlatırım,” deyip onun yanından ayrıldı Ahmet Bey. Ahmet bey ve karakol komutanıyla
uzun bir konuşmanın ardından elindeki dosyayı inceleyen memur çocuğun uygun bir
yurda yerleştirilmesi sağlanması gerektiğini belirtti ve ona
göre çocuğun ruhsal durumu ve yaşı göz önüne alınırsa bu işlemlerin hemen
yapılması uygun olandı.
***
İbrahim, Kapçık Hasan’ın
kahvehanesinde oturmuş mevsimin en güzel son gününü yaşıyordu.
Güneşin tatlı sıcaklığını yüzünde hissediyordu. Radyo ilk defa idam
haberi vermiyordu. Çayından bir yudum daha içti, tatlı bir hazla kapattı
gözlerini. Biri adını bağırıyordu,” İbrahim, İbrahim.” O an irkildi. “Gün zaten olması gerekenden
daha güzeldi,” diye içinden geçirdi.
Arkaya baktı. Az ileride kendisine seslenen kişiyi tanıdı, bu Musa’ydı.
Musa heyecanla onun yanına geldi. İbrahim,
Şaşırmıştı.
“Hatta
sivil kıyafetler içerisinde seni neredeyse tanıyamayacaktım, Musa kardeş,” dedi. Yüzünde az önce beliren
şaşkınlık kaybolmuştu. Kucaklaştılar, ne de olsa Musa ona yarenlik etmişti bir
süre.
“İbrahim
Abi, Ali Komutanımın selamı var,”
dedi Musa ve ekledi: “Karakol komutanı da selam söyledi ve mutlaka bugün
yanıma gelsin,” dedi.
Sohbet biraz memleket havaları
üzerineydi biraz da gelecek planları, konuşacak başka konuda yok gibiydi dahası
İbrahim kişiliği gereği fazla konuşkan biri değildi. Bir müddet sonra vedalaşıp Musa’yla
ayrıldılar. Kendi başına kalan İbrahim tuhaf şekilde duygulanmış, üzülmüştü.
***
İbrahim yine karakolun önündeydi,
üzerinde yine ağır bir gerilim hissetti. Bu esnada genç bir asker dışarı çıktı.
Bir an kendine gelen İbrahim, “Bu askerin çehresi
ne kadar Musa’yı andırıyor,” diye düşündü.
Asker, “Buyurun, bir şikâyetiniz mi var?”
diye sordu.
İbrahim, “karakol komutanı beni çağırmış,”
diye karşılık verdi ürkek bir sesle.
Er
önde o arkada içeri girdiler. İçerde ağır sigara ve parfüm kokusu olduğu gibi
duruyordu. Karakol komutanının odasının kapısına vardılar.
Komutan
yerinden doğrulup,
“Gelin, İbrahim kardeş! Korkmayın!”
dedi İbrahim’deki tedirginliği hissedip gülümseyerek.
İbrahim önce biraz tereddüt etti ama
sonra içeri girdi. Komutan yerinden doğrulup elini uzattı, bir aydan fazla
misafir ettiği bu genç adama bir kez daha baktı.
“Kusura bakma adalet bazen hemen gelmez. Sen
yine şanslısın. Ben ömrü hayatımda kaç masumun yıllarca hapis yattığına, hatta
idam edildiğine şahit oldum.”
“Şükür artık geceleri daha rahat
uyuyabilirim,” dedi İbrahim buruk bir gülümsemeyle.
Bunu
da yaşamak varmış demek hayatta, daha da kötü olabilirdi” diye içinden
geçirdi. Sonra “Komutanım, bu konuyla
alakalı değil ama bizim Mehmet Ustanın durumu ne oldu? Bir bilgi var mı?” diye
sordu.
“Asıl mesele de bu, seni bu yüzden çağırdım.
Maalesef ormanda bulunan ceset ona ait yalnız katilini bulamadık ve maalesef
faili meçhul olarak dosyaya geçti.” dedi.
“Yazık
bu dünya
iyi insanlara göre
değil, komutanım,”
dedi “Ya çocuğa ne olacak?” diye de sordu İbrahim kederli bir şekilde.
Komutan,
“O zaten devlet korumasında.”
Üstüne
inanılmaz bir ağırlık çöktüğünü hisseden İbrahim karakol komutanından müsaade
istedi ve karakoldan çıkıp ormana doğru yürümeye başladı. Niye bu kadar
üzüldüğünü, kalbinin sıkıştığını bir türlü anlamlandıramadı. Sonra “çocuğun
yaşadıklarıyla kendi çocukluğu aklına geldi. Derin bir nefes almaya çalıştı.
Çalılıkların arasından geçti, fark etmeden ormanın derinliklerine vardı. Göl
birkaç metre ötedeydi. Böğürtlen ve dikenlerin arasından gölün kenarına indi.
Baş dönmesi, boğulma hissi hala devam ediyordu. Göle baktı ve suda kendi
yansıması yerine bir an Mehmet Ustanın yüzünü gördü.
Birazdan öylesine bir rüzgâr esecek;
Savuracak sizi yaprak yaprak.
Kiminiz güneyin sıcak sahillerine,
Kiminiz kuzeyin soğuk tepelerine düşecek
Hayatlar kuracaksınız: küçücük
Yaşamaya çalışacaksınız
Keyfe keder karışık
Sabun köpüğü hayatlarınızı
Birazdan öylesine bir rüzgâr esecek,
Silecek kısa ömürlü belleklerinizi,
Unutacaksınız maziyi,
Aklınıza bile gelmeyecek
Eskinin günahları.
Birazdan öylesine bir rüzgâr esecek,
Serpecek üstünüze
Akla ziyan sorunları,
Şaşıracaksınız,
Debeleneceksiniz
Çözmeğe çalışırken onları.
Fırsatınız da olmayacak düşünmeğe yarınları.
Birazdan öylesine bir rüzgâr esecek
Kıracak Haşim’in merdivenini.
Düşeceksiniz tepe taklak
Beklerken yaşlanmayı,
Planlamış işleri tamamlamayı
Veyahut bir gece yarısı uykunuzda
Keskin bir çığlık sesiyle.